Konuk yazarımız Tülay Filiz Turist gözüyle Kübay’ı ve Havana’yı anlatıyor.
Uçağımız bulutların üzerinde yol alırken okuduğum kitabın satırlarından Ernesto Che Guevera sesleniyordu:
“Kapitalist toplumda insan, kavrayamadığı soğuk bir irade tarafından yönetilir.”
“Bireyin, amacına ulaşmak için üstesinden gelebileceği engelli bir yola işaret edilir. Ödül uzağa konur. Kişi bu yolda yalnızdır. Üstüne üstlük, bu bir kurtlar sofrasıdır: ödüle ancak başkalarının başarısızlığı pahasına ulaşılabilir.”
“Toplum, bir bütün olarak, kendini dev bir okula dönüştürmelidir.”
“Gün mücadele günüdür, yarınlarsa bizim.”
İnançları için mücadele ederek sürdürdüğü 59 yıllık yaşamı, onu, sadece uğruna savaştığı ülkelerde değil, tüm dünyada çok az insana kısmet olabilecek bir konuma getirdi. Arjantin’de doğan, Bolivya’da ölen Che Guevara’nın yüzü bir çok ülkede evlerin, işyerlerinin duvarlarında ama Küba’nın her yerinde. Aynı, müzik gibi…Che’nin görüntüsü ve müziğin sesi, Küba’da gittiğimiz her yerde bizimleydi.
Akşam saatlerinde girdiğimiz otel odasında bizi karşılayan, camlardan içeriye sızan coşkulu müzik sesi, Küba’da kaldığımız sürece kulağımızdan eksik olmadı. Che’nin başında beresi, ağzında purosu ya da çapkın gülümsemesi ile karşımıza çıkıveren fotoğrafları, posterleri gibi.
Kübalıların kendisinden söz ederken kullanmalarını istediği adıyla “Fidel” in yüzü, Che kadar çok yer almıyordu ülkede. Bunun nedeni, politikadan uzak kalmış, yakışıklı görüntüsü ile hatırlanan bu devrimci gencin yüzünün, mutluluk ve umut verici özelliğini koruması olsa gerek.
Küba halkının mutluluk ve umuda, müziğin coşkusuna kesinlikle ihtiyacı var. Sürdürmeye çalıştıkları yolda aşmak için uğraştıkları zorluklar, güçlü ve inançlı kişiler olmalarını gerektiriyor.
Sevgi ile andığım Havana günlerim, otel odamıza dolan müzik sesi ile başladı. Oğlum Alkın’ın “Kentin sesinin güzelliğine bak!” deyişini unutamıyorum.
Pencereden dışarı baktığımızda otelin havuzunun çevresinde dans edenleri gördük. 1930 yılında açılmış olan Hotel Nacional’in büyük bahçesinin çeşitli köşelerindeki barlarda, Kübalı gruplar müzik yapıyor, bu sesler ılık bir rüzgarla sallanan palmiyelerin hışırtısı ve biraz ilerdeki sahil yoluna vuran dalgaların seslerine eklenerek odamıza geliyordu.
Dünyanın her kentinin insanda bıraktığı bir ilk izlenim vardır, Havana’nınki “müzik” oldu.
Günün her saatinde cıvıl cıvıl hareketli olan otelimiz, orada olduğumuz ilk günlerin “Latin Ülkeleri Film Festivali”ne rastlaması nedeniyle daha bir coşkulu idi. İlk akşam yemeğine inmek üzere lobiden geçerken gözüme ilişen bir panoda “Gael Garcia Bernal” adını gördüm. Çok beğendiğim bu Meksikalı aktör ile ilgili duyurunun ne olduğunu anlayabilmek için epey uğraşmam gerekti. “Motorsiklet Günlüğü” filminde Che Guevara’yı canlandıran ve adeta onunla özdeşleşen, çevirdiği her filmini izlemeye çalıştığım aktörün o sabah otelimizde bir konuşma yaptığını ve otelde kalmakta olduğunu öğrendim. Ayrıca, festivalin açılış konuşmasını yapmak için Havana’ya gelen Gabriel Garcia Marquez’de otelimizde kalıyordu. Zaten, daha sonraki günler gördüğüm kadarı ile, Hotel Nacional’in çok kalabalık bir ünlüler listesi vardı.
7 saatlik zaman farkı ve toplam 19 saatlik yolculuğun yorgunluğuna rağmen, gecenin bir an evvel bitmesini ve beni daha ilk saatlerde etkileyen Havana’yı görebileceğim sabahın gelmesini istekle beklediğimi fark ettim.
Günün ilk ışıkları otel bahçesinin yeşilliğini, okyanusun maviliğini aydınlattıktan sonra çevredeki yıkık dökük binalar birer birer ortaya çıkmaya başladılar. Binaların ardından da karşıdaki kavşakta yolcu bekleyen, hayatımda daha önce hiç görmediğim eski model otobüsler, arabalar. Adeta çok eski bir filmi izler gibiydik. Daha sonra, Alkın’ın dediği gibi, sadece izleyici değil, o eski filmde birer oyuncu olacaktık adeta.
İlk şehir turumuz için araç olarak bir faytonu seçtik. Faytonu kullanan Tony, onun yanında oturan genç, uyanık rehberimiz Jesus, atımızın adı ise Manola Amadeus idi. Turdaki ilk durak, daha sabahın 11’i olmasına rağmen, gümrüklerin olduğu bölgedeki bir bar oldu. Jesus, bu barda Havana’nın en iyi mojito’sunun yapıldığını, o nedenle atlamamamız gerektiğini bildirdi. Turistik olmayan, yerli halkın gittiği bu barda içtiğimiz bu ilk mojito’nun gerçekten de çok iyi olduğunu daha sonraki günlerde anladık. Müzik burada da bizimleydi. Çoğunluğu yaşlılardan oluşan bir grup başta Chan Chan olmak üzere, Bueno Vista Social Club şarkıları ile ağırladı bizi.
Rehberimiz Jesus İngilizce sohbet edebildiğimiz az sayıda Kübalı’nın ilkiydi. Fidel’i sevmediğini belirten, ülkenin fakirliğinden çok şikayetçi olan bu genç, amcasının bir puro fabrikasında çalıştığını, ondan alacağı puroları bize ucuza satabileceğini ısrarla tekrarlıyor, bir yandan da her geçen kıza laf atıyordu. Annesinin, babasının İspanya’da olduğunu, karısı gitmek istemediği için bu fakir Küba’da kalmak zorunda olduğunu, sürekli şikayetlerle anlatıyordu.
Bu ilk izlenimin benim için üzücü olduğunu belirtmek isterim. Her ne kadar Jesus güven veren bir tip değilse de yerli halktan biri ile ilk sohbetimde bu kadar kötü izlenimler edinmek hoşuma gitmedi. Aslında, bilmek istediklerimi sorabileceğim, yeterince İngilizce bilen, çok kişi ile de karşılaşamadım.
Ta ki eski bir İngilizce öğretmeni olan taksi şöförüne rastlayıncaya kadar. Taksi şöförlüğünün kazancı daha yüksek olduğu için öğretmenliği bırakmış olan bu orta yaşlı bey, ülkesinin gerçeklerini kabul etmiş, maddi güçlükleri anlayışla karşılayabilen, ailesine çok düşkün bir kişiydi. 10 yıl öncesine kıyasla yaşamın çok daha zorlaştığını ama kızlarının eğitimi tamamlandığı için, onların da katkıları ile rahat yaşadıklarını hatta evini bile kısım kısım onarabildiğini anlatıyordu. Çok mutlu bir aile yaşamı olduğu belliydi. Onu dinlerken “zengin ama mutsuz, sevgisiz bir aile yaşamı mı yoksa maddi imkanları kıt ancak sevgisi bol bir yaşam mı” diye düşündüm. Miami’de bulunduğumuz günlerde, orada yaşayan Kübalılların durumunu da görmüştük! Jesus’un aklı Avrupa’da, Amerika’da idi ama bu orta yaşlı şöförün değil.
Barda başlayan ilk şehir turumuz, sağda kilise solda hastane, müze diye devam edip yine barlarda noktalandı. İlki “Floridita” idi. Hemingway’in en iyi daiquiri’yi içtiğini söylediği bar. Tezgaha kolunu dayamış bir heykeli de var bu barda. Zaten, Havana’da bar olayı Hemingway ile şekilleniyor. Hatta, Hemingway’in adı turistik işletmeler için adeta bir kalite belgesi olmuş.
Bodeguita del Medio da Hemigway’in en iyi mojito’yu içtiği bar. Palavracı Jesus’tan ayrıldıktan sonra gittiğimiz (kısa adıyla anılan) B del M‘da çok keyifli zaman geçirdik. Çok iyi müzik yapan bir grup vardı ve müşteriler de bol mojito tüketmiş Latinlerdi. Bir yandan şarkılara eşlik ediyor, bir yandan da müzikle uyumlu bir biçimde dans ediyorlardı. Mutlu insanlar ve müziğin, bir yeri ne denli güzelleştirebileceğini gördük. B del M özentisiz dekoru olan, oturduğumuz masaların biraz ilerisinde, giriş katındaki restaurant için kızartma yapılan, dışarıya baktığımızda asılı çamaşırlar gördüğümüz bir yerdi ama kahkaha ve müzikle öylesine güzelleşmişti ki.
Bizim için kentin merkezi olan, her gün uğramadan yapamadığımız katedral meydanını ve biraz ilerisinde kurulmuş el sanatları pazarını gezdikten sonra otelimize döndük.
Akşam yemeğimizi otelin “Sala 1930” salonunda Group Compay Segundo’yu dinleyerek yemek üzere rezervasyon yaptırmıştık. Bueno Vista Social Club’ın ünlü gitaristi anısına düzenlenen gecede onun adını taşıyan grup çalacaktı. İçeriye girdiğimizde oldukça şaşırdık çünkü bu bir davetti. Air Comet tarafından düzenlenen gecede, sanırım tek yabancı konuklar olduğumuzdan, en ön masada ağırlandık. Kübalı bir modacının, oldukça acemi mankenlerce sergilenen defilesini izledik. İkram edilen Küba şarapları, Havana Club marka romlar ve grubun çaldığı nefis müzik ile herkes coşmuş dans ediyordu. Bazılarının profesyonel dansçıları aratmayacak kadar güzel dans ettiklerini söyleyebilirim. Oğlum ve ben de acemice katıldık tabii bu neşeli ortama. Özellikle “El Cuarto del Tula” çalarken oturan hiç kimse kalmamıştı. Bu görüntünün Compay Segundo’yu çok mutlu edebileceğini düşündüm. Mutlaka hayatta iken de yaptığı müziğin insanlarda yarattığı coşku ve mutluluğu izlemiştir ama anısına düzenlenmiş o gecedeki görüntü de onu çok mutlu edecek kadar hoştu.
Ertesi gün, kentin farklı bölgelerini tanımak amacıyla yürüyüşe çıktık. Geçtiğimiz bazı bölgelerdeki, duvarları rutubetten simsiyah olmuş, bakımsız apartmanlar bizi yine Küba’nın acı gerçeklerine döndürdü.
İçinde yaşamanın mümkün olamayacağını düşündüren oysa yaşamın devam ettiği bu binalardan Havana’nın merkezinde de çok var. Balkonlarda çamaşırlar asılı ve çoğunda kollarını balkon demirlerine yaslamış sokağı seyredeler var. Kadınlı erkekli, duruşları bile bire bir aynı olan bu seyirciler, durağan bir yaşamın kanıtları adeta.
Oysa ki, geceleri, örneğin Havana Cafe’de, ancak dünyanın en büyük kentlerinin eğlence merkezlerinde görülebilecek bir hareket var. Küba her konuda yaşattığı farklılıklarla insanı şaşkına çeviriyor. Yaşamın yıllarca önce durduğu izlenimi veren bir ortamdan, 21. yüzyıla geçiveriyorsunuz. Floridita’nın dünyanın en iyi 5 barı arasında yer alması gibi, Havana Cafe de kategorisinde üst sıralarda yer alabilecek bir eğlence merkezi. Dekorunun, gösterilerinin özelliği kolay kolay her ülkede bulunamayacak kalitede. 1950’lerin stilindeki dekoru, tepemizde asılı CUBANA havayollarının bir uçağı, etrafımızda motorsikletler, klasik Amerikan arabaları ve sahnede nefis Küba müziği ve dansları… Güzel bir gece geçirdik Havana Cafe’de.
Programımızda denizin eksikliği olmasın düşüncesiyle, Havana’nın en yakın plajını araştırdık. Otelimizdeki görevliler, Playas Del Este’yi önerdiler. Üstü açık klasik bir araba ile yapmayı planladığımız yolculuk 20 dakika sürecekti. Yolumuz üzerinde ki Cojimar’ı atlamak istemedik.
Cojimar; küçük, sevimli bir balıkçı köyü ama Hemingway dönemindeki şaşaasından eser yok. Yazar “İhtiyar Adam ve Deniz” adlı romanını bu köyde kalırken yazmış. 20 yılını geçirdiği bu köyde müdavimi olduğu lokanta “La Terraza”nın duvarları; tuttuğu balıklarla, teknesi Pilar’daki kaptanı ve aşçısı balıkçı Gregorio Fuentes ile ve Fidel’le çekilmiş fotoğraflarıyla kaplı. 2002 yılında 104 yaşındayken ölen Fuentes, La Terraza’da oturur ve gelenleri anlattığı hikayelerle eğlendirirmiş. Cojimar’da her yıl “Hemingway Balıkçılık Turnuvası” düzenleniyor.
Havana’dan 20 dakika, Cojimar’dan ise 10 dakika mesafede bembeyaz kumsalı, masmavi denizi ve palmiye ağaçları ile “Playas Del Este” başlıyor. Kent merkezine bu kadar yakın olan ve böylesine bakir kalmış doğa bulmak her ülkede rastlanacak bir şey değil. “Doğu Sahilleri”ndeki plajlar sanki okyanus ortasında, insan eli değmemiş, tropik bir adadaymış gibi. Sazdan şemsiyeler altında güneşlenip, cam göbeği denizin bembeyaz kumsala vuruşunu seyrederken, güler yüzlü bir gencin sunduğu mojito ya da Cuba libre’yi yudumluyorsunuz.
Arkanıza dönür baktığınızda, aynı renklerde deniz ve kumsala sahip Cancun’da olduğu gibi dev oteller değil, tepede yeşillikler arasındaki tek katlı evler görünüyor. Bu evlerde oturanlar mayoları üzerlerinde çoluk çocuk plaja iniveriyorlar. Aslında, bu güzellikten yararlanabilmek Havanalılar için pek kolay değil. Turistlerin geldiği taksiler dışında hiç bir araç göremedim. Taksi bulmak bile kolay değil. Bizi getiren şöförü dönüş için çağırmadığımız bir gün, bizi merkeze götürecek bir araç bulabilmek için 1 saate yakın bekledik. Kent merkezine her dönüşümüzde, karşımıza çıkan apartmanların doğa ile çelişkisini, bu nefis plajlardan sonra gittiğimiz Havana’nın sokaklarında da yaşadık. Her gün dolaştığımız Katedral Meydanı’nın çevresinden biraz uzaklaşıp, kentte yaşayanların yiyip içtiği, alışveriş yaptığı bölgeleri de gezelim dediğimizde, her defasında, çok rahatsız edici ortamlarla karşılaştık. Her yer çok pis ve döküktü. Girdiğimiz bazı pasajlardan “bu bina şimdi üstümüze yıkılacak galiba” diyerek çıkmak zorunda kaldık. Sokaklarda satılan gıdaların görüntüsü ve kokusu feci idi ve o kadar çok aşırı şişman kadın vardı ki etrafta.
Bu sokaklarda gördüğümüz genç, ihtiyar tüm kadınlar gerçekten fazlasıyla kilolu idi ve giysilerinde dekoltede sınır tanımıyorlardı. Ortaya çıkan manzarayı tahmin edebilirsiniz. Ayrıca denizin esintisi bu dar sokaklara giremediğinden olsa gerek, boğucu, nefes almayı güçleştiren bir hava vardı.
Başka bir sabah,1955 model, pırıl pırıl bir Desoto’da yaptığımız gezinti, bizi yine sevdiğimiz Küba’nın özelliklerini taşıyan bir sokağa götürdü. Dünyanın en eski puro fabrikası Partagas’ın önüne park ettiğimizde kendimizi bayağı iyi hissetmeye başlamıştık.
1827 yılında puro üretmeye başlayan kurucusu Don Jaime Partagas’ın adını taşıyan fabrikada, 50’den fazla, farklı özelliklerde puro imal ediliyor. Gezinin sonunda ayaklarımız bizi her akşam olduğu gibi Katedral meydanına sürükledi.
Günün her saati hareketli ve denize yakınlığı nedeniyle esintili olan Katedral Meydanı, özellikle akşamları Havana’nın kalbi oluyor. El Patio’da oturup müzik dinlemek, turistlerin birlikte fotoğraf çektirdiği falcılar, çiçekçi kadınlar, ağızlarında kocaman puroları ile özel kıyafetli yaşlı adamlar, ellerinde pazar çantaları alışverişten dönerken çalan müziğe kapılıp, 1-2 dakikalığına da olsa, dans eden yaşlı kadınları seyretmek…Geriye dönüp baktığımda Havana’da geçirdiğim en güzel saatler.
Meydanın yakınında kurulan pazar yeri akşamları boşaltılıyor. Satıcılar tezgahlardaki malzemelerini elle çektikleri arabalara yükleyip meydandan geçiyorlar. Bu öylesine ilginç bir olay ki. Çekiştirdikleri, onları kan ter içinde bırakan bu arabaların tekerleklerinde lastik yok. Demir tekerler hem hareketi güçleştiriyor hem de öylesine gürültü yapıyorlar ki. Göğün, akşamın maviliğine büründüğü, katedral kulelerinin altın rengine dönüştüğü bu saatlerde meydanda oturup müzik dinlerken yükselen bu gürültünün, insanı rahatsız edebileceğini düşünürsünüz, değil mi? İnanılmaz bir şey ama parke taşların üzerine dönmeye çalışan bu demir tekerleklerin sesi, o meydanda, o saatte hiç de kötü gelmiyordu.
Lastik teker alamadığı için her sabah, her akşam bu güçlüğü çeken o insanların gayreti görülecek, yaşanacak bir şey.
“4 tane lastik tekerlek alamamak da nasıl bir şey?” derseniz, aylık gelirin 220 Cuban Peso ya da 9 Convertible Peso olduğunu söylemem yeterli olur sanırım, yani 6,59 Euro. Öğretmen, mühendis, doktorlar bunun iki mislini alıyorlar.
İngilizce öğretmenliğinden şöförlüğe geçtiğini belirttiğim kişiden aldığımız bu bilgiler, bizi çok şaşırttı ama her şeye rağmen devam eden bir düzen var. Bu düzenin en güçlü motorunun bahşiş olduğunu öğrendik. “Küba ekonomisi bahşişle dönen bir ekonomidir” dedikten sonra “Bu ülkede en az para kazanan kişi Fidel’dir çünkü o bahşiş almaz” dedi şöförümüz. Gelecek için ne düşündüğünü sorduğumuzda ise şunları anlattı :
“Benim çocukluk, gençlik dönemim çok zor geçti, ne giysim oldu ne de oyuncağım ama çocuklarım için iyi birşeyler yapmaya çalışıyorum. Örneğin, küçük kızım bir cafe’de çalışıyor. Onu şarap ve puro uzmanlığı kurslarına gönderiyorum. Tek çıkış yolunuz çalışmak diyorum kızlarıma.
Ülkemizde işsizlik yok ama çalışmak istemeyenler var. Devlet yine de onların temel ihtiyaçlarını karşılıyor. Hastanede sıraya girdiğimizde, onlar da bizimle aynı haklara sahip. Temel gıda karnelerini de alıyorlar. Herkesin insani gereksinimlerinin karşılanması gerekir diyor hükümetimiz. Ama bizler çalışıp gayret gösterdiğimiz için daha farklı imkanlara sahip olabiliyoruz. Benim çalıştığım bu taksi devletin. Bazı günler 10-12 saat çalıştığım oluyor. Kazanmam gereken bir rakam var, ancak onun üstüne geçtiğimde prim alabiliyorum. Bahşişler ise bana ait.
Eşim devlet memuru. Ona da yılda bir kez özel fişler veriliyor. Belirlenen günde, belirlenen mağazadan bu fişlerle alışveriş yapması gerek. Gittiği gün mağazada onun ihtiyacı olan şeyler kalmamışsa bile, fişlerini o gün harcaması gerekir yoksa fişler geçersiz olur.
Bu yıl çok şansızdı çünkü onun gittiği gün mağaza neredeyse boşmuş, bir sonraki gün gelecekmiş yeni ürünler. İstediği olsun, olmasın ne bulduysa almış işte.
Elektriği de çok dikkatli kullanmamız gerekiyor. Kademeli artıyor. Ütü ya da klima kullandığımızda aylık 100-150 Cuban Peso geliyor. Maaşın 220 Peso olduğunu düşünürseniz…
Kullandığım arabanın devlete ait olduğunu söyledim. Yani, bakım, yedek parça onlara ait. Ama araba çalışamaz duruma gelir ve parça talebinde bulunursak parçanın gelmesi bazan ayları buluyor. Bu sürede çalışamıyoruz. Biz de parçaları ucuza kendimiz bulup aracı hemen çalışır hale getiriyoruz. Yoksa maaşsız, bahşişsiz kalırız.
Gelecekten umutluyuz, mutlaka bir değişiklik olacak, her şey daha iyi olacak…”
Havana Club Rom Fabrikası’nın girişinde yazan “Mutlu olmak için ihtiyacınız olan tek şey” sözcüklerini yorumlamasını istediğimizde ise “Bizim için iyi bir puro ya da iyi cins rom hayaldir. İçebildiğimiz mojito en adi romdan yapılandır!” yanıtını aldık.
Nefis bir iklim, zengin bir doğa ve Küba’yı sarıp sarmalayan coşkulu müzik tamam ama hayalimizde canlandırdığımız elinde rom bardağı, ağzında purosu ile keyifli Kübalı görüntüsü meğer bir yanılgıymış.[:en]Uçağımız bulutların üzerinde yol alırken okuduğum kitabın satırlarından Ernesto Che Guevera sesleniyordu:
“Kapitalist toplumda insan, kavrayamadığı soğuk bir irade tarafından yönetilir.”
“Bireyin, amacına ulaşmak için üstesinden gelebileceği engelli bir yola işaret edilir. Ödül uzağa konur. Kişi bu yolda yalnızdır. Üstüne üstlük, bu bir kurtlar sofrasıdır: ödüle ancak başkalarının başarısızlığı pahasına ulaşılabilir.”
“Toplum, bir bütün olarak, kendini dev bir okula dönüştürmelidir.”
“Gün mücadele günüdür, yarınlarsa bizim.”
İnançları için mücadele ederek sürdürdüğü 59 yıllık yaşamı, onu, sadece uğruna savaştığı ülkelerde değil, tüm dünyada çok az insana kısmet olabilecek bir konuma getirdi. Arjantin’de doğan, Bolivya’da ölen Che Guevara’nın yüzü bir çok ülkede evlerin, işyerlerinin duvarlarında ama Küba’nın her yerinde. Aynı, müzik gibi…Che’nin görüntüsü ve müziğin sesi, Küba’da gittiğimiz her yerde bizimleydi.
Akşam saatlerinde girdiğimiz otel odasında bizi karşılayan, camlardan içeriye sızan coşkulu müzik sesi, Küba’da kaldığımız sürece kulağımızdan eksik olmadı. Che’nin başında beresi, ağzında purosu ya da çapkın gülümsemesi ile karşımıza çıkıveren fotoğrafları, posterleri gibi.
Kübalıların kendisinden söz ederken kullanmalarını istediği adıyla “Fidel” in yüzü, Che kadar çok yer almıyordu ülkede. Bunun nedeni, politikadan uzak kalmış, yakışıklı görüntüsü ile hatırlanan bu devrimci gencin yüzünün, mutluluk ve umut verici özelliğini koruması olsa gerek.
Küba halkının mutluluk ve umuda, müziğin coşkusuna kesinlikle ihtiyacı var. Sürdürmeye çalıştıkları yolda aşmak için uğraştıkları zorluklar, güçlü ve inançlı kişiler olmalarını gerektiriyor.
Sevgi ile andığım Havana günlerim, otel odamıza dolan müzik sesi ile başladı. Oğlum Alkın’ın “Kentin sesinin güzelliğine bak!” deyişini unutamıyorum.
Pencereden dışarı baktığımızda otelin havuzunun çevresinde dans edenleri gördük. 1930 yılında açılmış olan Hotel Nacional’in büyük bahçesinin çeşitli köşelerindeki barlarda, Kübalı gruplar müzik yapıyor, bu sesler ılık bir rüzgarla sallanan palmiyelerin hışırtısı ve biraz ilerdeki sahil yoluna vuran dalgaların seslerine eklenerek odamıza geliyordu.
Dünyanın her kentinin insanda bıraktığı bir ilk izlenim vardır, Havana’nınki “müzik” oldu.
Günün her saatinde cıvıl cıvıl hareketli olan otelimiz, orada olduğumuz ilk günlerin “Latin Ülkeleri Film Festivali”ne rastlaması nedeniyle daha bir coşkulu idi. İlk akşam yemeğine inmek üzere lobiden geçerken gözüme ilişen bir panoda “Gael Garcia Bernal” adını gördüm. Çok beğendiğim bu Meksikalı aktör ile ilgili duyurunun ne olduğunu anlayabilmek için epey uğraşmam gerekti. “Motorsiklet Günlüğü” filminde Che Guevara’yı canlandıran ve adeta onunla özdeşleşen, çevirdiği her filmini izlemeye çalıştığım aktörün o sabah otelimizde bir konuşma yaptığını ve otelde kalmakta olduğunu öğrendim. Ayrıca, festivalin açılış konuşmasını yapmak için Havana’ya gelen Gabriel Garcia Marquez’de otelimizde kalıyordu. Zaten, daha sonraki günler gördüğüm kadarı ile, Hotel Nacional’in çok kalabalık bir ünlüler listesi vardı.
7 saatlik zaman farkı ve toplam 19 saatlik yolculuğun yorgunluğuna rağmen, gecenin bir an evvel bitmesini ve beni daha ilk saatlerde etkileyen Havana’yı görebileceğim sabahın gelmesini istekle beklediğimi fark ettim.
Günün ilk ışıkları otel bahçesinin yeşilliğini, okyanusun maviliğini aydınlattıktan sonra çevredeki yıkık dökük binalar birer birer ortaya çıkmaya başladılar. Binaların ardından da karşıdaki kavşakta yolcu bekleyen, hayatımda daha önce hiç görmediğim eski model otobüsler, arabalar. Adeta çok eski bir filmi izler gibiydik. Daha sonra, Alkın’ın dediği gibi, sadece izleyici değil, o eski filmde birer oyuncu olacaktık adeta.
İlk şehir turumuz için araç olarak bir faytonu seçtik. Faytonu kullanan Tony, onun yanında oturan genç, uyanık rehberimiz Jesus, atımızın adı ise Manola Amadeus idi. Turdaki ilk durak, daha sabahın 11’i olmasına rağmen, gümrüklerin olduğu bölgedeki bir bar oldu. Jesus, bu barda Havana’nın en iyi mojito’sunun yapıldığını, o nedenle atlamamamız gerektiğini bildirdi. Turistik olmayan, yerli halkın gittiği bu barda içtiğimiz bu ilk mojito’nun gerçekten de çok iyi olduğunu daha sonraki günlerde anladık. Müzik burada da bizimleydi. Çoğunluğu yaşlılardan oluşan bir grup başta Chan Chan olmak üzere, Bueno Vista Social Club şarkıları ile ağırladı bizi.
Rehberimiz Jesus İngilizce sohbet edebildiğimiz az sayıda Kübalı’nın ilkiydi. Fidel’i sevmediğini belirten, ülkenin fakirliğinden çok şikayetçi olan bu genç, amcasının bir puro fabrikasında çalıştığını, ondan alacağı puroları bize ucuza satabileceğini ısrarla tekrarlıyor, bir yandan da her geçen kıza laf atıyordu. Annesinin, babasının İspanya’da olduğunu, karısı gitmek istemediği için bu fakir Küba’da kalmak zorunda olduğunu, sürekli şikayetlerle anlatıyordu.
Bu ilk izlenimin benim için üzücü olduğunu belirtmek isterim. Her ne kadar Jesus güven veren bir tip değilse de yerli halktan biri ile ilk sohbetimde bu kadar kötü izlenimler edinmek hoşuma gitmedi. Aslında, bilmek istediklerimi sorabileceğim, yeterince İngilizce bilen, çok kişi ile de karşılaşamadım.
Ta ki eski bir İngilizce öğretmeni olan taksi şöförüne rastlayıncaya kadar. Taksi şöförlüğünün kazancı daha yüksek olduğu için öğretmenliği bırakmış olan bu orta yaşlı bey, ülkesinin gerçeklerini kabul etmiş, maddi güçlükleri anlayışla karşılayabilen, ailesine çok düşkün bir kişiydi. 10 yıl öncesine kıyasla yaşamın çok daha zorlaştığını ama kızlarının eğitimi tamamlandığı için, onların da katkıları ile rahat yaşadıklarını hatta evini bile kısım kısım onarabildiğini anlatıyordu. Çok mutlu bir aile yaşamı olduğu belliydi. Onu dinlerken “zengin ama mutsuz, sevgisiz bir aile yaşamı mı yoksa maddi imkanları kıt ancak sevgisi bol bir yaşam mı” diye düşündüm. Miami’de bulunduğumuz günlerde, orada yaşayan Kübalılların durumunu da görmüştük! Jesus’un aklı Avrupa’da, Amerika’da idi ama bu orta yaşlı şöförün değil.
Barda başlayan ilk şehir turumuz, sağda kilise solda hastane, müze diye devam edip yine barlarda noktalandı. İlki “Floridita” idi. Hemingway’in en iyi daiquiri’yi içtiğini söylediği bar. Tezgaha kolunu dayamış bir heykeli de var bu barda. Zaten, Havana’da bar olayı Hemingway ile şekilleniyor. Hatta, Hemingway’in adı turistik işletmeler için adeta bir kalite belgesi olmuş.
Bodeguita del Medio da Hemigway’in en iyi mojito’yu içtiği bar. Palavracı Jesus’tan ayrıldıktan sonra gittiğimiz (kısa adıyla anılan) B del M‘da çok keyifli zaman geçirdik. Çok iyi müzik yapan bir grup vardı ve müşteriler de bol mojito tüketmiş Latinlerdi. Bir yandan şarkılara eşlik ediyor, bir yandan da müzikle uyumlu bir biçimde dans ediyorlardı. Mutlu insanlar ve müziğin, bir yeri ne denli güzelleştirebileceğini gördük. B del M özentisiz dekoru olan, oturduğumuz masaların biraz ilerisinde, giriş katındaki restaurant için kızartma yapılan, dışarıya baktığımızda asılı çamaşırlar gördüğümüz bir yerdi ama kahkaha ve müzikle öylesine güzelleşmişti ki.
Bizim için kentin merkezi olan, her gün uğramadan yapamadığımız katedral meydanını ve biraz ilerisinde kurulmuş el sanatları pazarını gezdikten sonra otelimize döndük.
Akşam yemeğimizi otelin “Sala 1930” salonunda Group Compay Segundo’yu dinleyerek yemek üzere rezervasyon yaptırmıştık. Bueno Vista Social Club’ın ünlü gitaristi anısına düzenlenen gecede onun adını taşıyan grup çalacaktı. İçeriye girdiğimizde oldukça şaşırdık çünkü bu bir davetti. Air Comet tarafından düzenlenen gecede, sanırım tek yabancı konuklar olduğumuzdan, en ön masada ağırlandık. Kübalı bir modacının, oldukça acemi mankenlerce sergilenen defilesini izledik. İkram edilen Küba şarapları, Havana Club marka romlar ve grubun çaldığı nefis müzik ile herkes coşmuş dans ediyordu. Bazılarının profesyonel dansçıları aratmayacak kadar güzel dans ettiklerini söyleyebilirim. Oğlum ve ben de acemice katıldık tabii bu neşeli ortama. Özellikle “El Cuarto del Tula” çalarken oturan hiç kimse kalmamıştı. Bu görüntünün Compay Segundo’yu çok mutlu edebileceğini düşündüm. Mutlaka hayatta iken de yaptığı müziğin insanlarda yarattığı coşku ve mutluluğu izlemiştir ama anısına düzenlenmiş o gecedeki görüntü de onu çok mutlu edecek kadar hoştu.
Ertesi gün, kentin farklı bölgelerini tanımak amacıyla yürüyüşe çıktık. Geçtiğimiz bazı bölgelerdeki, duvarları rutubetten simsiyah olmuş, bakımsız apartmanlar bizi yine Küba’nın acı gerçeklerine döndürdü.
İçinde yaşamanın mümkün olamayacağını düşündüren oysa yaşamın devam ettiği bu binalardan Havana’nın merkezinde de çok var. Balkonlarda çamaşırlar asılı ve çoğunda kollarını balkon demirlerine yaslamış sokağı seyredeler var. Kadınlı erkekli, duruşları bile bire bir aynı olan bu seyirciler, durağan bir yaşamın kanıtları adeta.
Oysa ki, geceleri, örneğin Havana Cafe’de, ancak dünyanın en büyük kentlerinin eğlence merkezlerinde görülebilecek bir hareket var. Küba her konuda yaşattığı farklılıklarla insanı şaşkına çeviriyor. Yaşamın yıllarca önce durduğu izlenimi veren bir ortamdan, 21. yüzyıla geçiveriyorsunuz. Floridita’nın dünyanın en iyi 5 barı arasında yer alması gibi, Havana Cafe de kategorisinde üst sıralarda yer alabilecek bir eğlence merkezi. Dekorunun, gösterilerinin özelliği kolay kolay her ülkede bulunamayacak kalitede. 1950’lerin stilindeki dekoru, tepemizde asılı CUBANA havayollarının bir uçağı, etrafımızda motorsikletler, klasik Amerikan arabaları ve sahnede nefis Küba müziği ve dansları… Güzel bir gece geçirdik Havana Cafe’de.
Programımızda denizin eksikliği olmasın düşüncesiyle, Havana’nın en yakın plajını araştırdık. Otelimizdeki görevliler, Playas Del Este’yi önerdiler. Üstü açık klasik bir araba ile yapmayı planladığımız yolculuk 20 dakika sürecekti. Yolumuz üzerinde ki Cojimar’ı atlamak istemedik.
Cojimar; küçük, sevimli bir balıkçı köyü ama Hemingway dönemindeki şaşaasından eser yok. Yazar “İhtiyar Adam ve Deniz” adlı romanını bu köyde kalırken yazmış. 20 yılını geçirdiği bu köyde müdavimi olduğu lokanta “La Terraza”nın duvarları; tuttuğu balıklarla, teknesi Pilar’daki kaptanı ve aşçısı balıkçı Gregorio Fuentes ile ve Fidel’le çekilmiş fotoğraflarıyla kaplı. 2002 yılında 104 yaşındayken ölen Fuentes, La Terraza’da oturur ve gelenleri anlattığı hikayelerle eğlendirirmiş. Cojimar’da her yıl “Hemingway Balıkçılık Turnuvası” düzenleniyor.
Havana’dan 20 dakika, Cojimar’dan ise 10 dakika mesafede bembeyaz kumsalı, masmavi denizi ve palmiye ağaçları ile “Playas Del Este” başlıyor. Kent merkezine bu kadar yakın olan ve böylesine bakir kalmış doğa bulmak her ülkede rastlanacak bir şey değil. “Doğu Sahilleri”ndeki plajlar sanki okyanus ortasında, insan eli değmemiş, tropik bir adadaymış gibi. Sazdan şemsiyeler altında güneşlenip, cam göbeği denizin bembeyaz kumsala vuruşunu seyrederken, güler yüzlü bir gencin sunduğu mojito ya da Cuba libre’yi yudumluyorsunuz.
Arkanıza dönür baktığınızda, aynı renklerde deniz ve kumsala sahip Cancun’da olduğu gibi dev oteller değil, tepede yeşillikler arasındaki tek katlı evler görünüyor. Bu evlerde oturanlar mayoları üzerlerinde çoluk çocuk plaja iniveriyorlar. Aslında, bu güzellikten yararlanabilmek Havanalılar için pek kolay değil. Turistlerin geldiği taksiler dışında hiç bir araç göremedim. Taksi bulmak bile kolay değil. Bizi getiren şöförü dönüş için çağırmadığımız bir gün, bizi merkeze götürecek bir araç bulabilmek için 1 saate yakın bekledik. Kent merkezine her dönüşümüzde, karşımıza çıkan apartmanların doğa ile çelişkisini, bu nefis plajlardan sonra gittiğimiz Havana’nın sokaklarında da yaşadık. Her gün dolaştığımız Katedral Meydanı’nın çevresinden biraz uzaklaşıp, kentte yaşayanların yiyip içtiği, alışveriş yaptığı bölgeleri de gezelim dediğimizde, her defasında, çok rahatsız edici ortamlarla karşılaştık. Her yer çok pis ve döküktü. Girdiğimiz bazı pasajlardan “bu bina şimdi üstümüze yıkılacak galiba” diyerek çıkmak zorunda kaldık. Sokaklarda satılan gıdaların görüntüsü ve kokusu feci idi ve o kadar çok aşırı şişman kadın vardı ki etrafta.
Bu sokaklarda gördüğümüz genç, ihtiyar tüm kadınlar gerçekten fazlasıyla kilolu idi ve giysilerinde dekoltede sınır tanımıyorlardı. Ortaya çıkan manzarayı tahmin edebilirsiniz. Ayrıca denizin esintisi bu dar sokaklara giremediğinden olsa gerek, boğucu, nefes almayı güçleştiren bir hava vardı.
Başka bir sabah,1955 model, pırıl pırıl bir Desoto’da yaptığımız gezinti, bizi yine sevdiğimiz Küba’nın özelliklerini taşıyan bir sokağa götürdü. Dünyanın en eski puro fabrikası Partagas’ın önüne park ettiğimizde kendimizi bayağı iyi hissetmeye başlamıştık.
1827 yılında puro üretmeye başlayan kurucusu Don Jaime Partagas’ın adını taşıyan fabrikada, 50’den fazla, farklı özelliklerde puro imal ediliyor. Gezinin sonunda ayaklarımız bizi her akşam olduğu gibi Katedral meydanına sürükledi.
Günün her saati hareketli ve denize yakınlığı nedeniyle esintili olan Katedral Meydanı, özellikle akşamları Havana’nın kalbi oluyor. El Patio’da oturup müzik dinlemek, turistlerin birlikte fotoğraf çektirdiği falcılar, çiçekçi kadınlar, ağızlarında kocaman puroları ile özel kıyafetli yaşlı adamlar, ellerinde pazar çantaları alışverişten dönerken çalan müziğe kapılıp, 1-2 dakikalığına da olsa, dans eden yaşlı kadınları seyretmek…Geriye dönüp baktığımda Havana’da geçirdiğim en güzel saatler.
Meydanın yakınında kurulan pazaryeri akşamları boşaltılıyor. Satıcılar tezgahlardaki malzemelerini elle çektikleri arabalara yükleyip meydandan geçiyorlar. Bu öylesine ilginç bir olay ki. Çekiştirdikleri, onları kan ter içinde bırakan bu arabaların tekerleklerinde lastik yok. Demir tekerler hem hareketi güçleştiriyor hem de öylesine gürültü yapıyorlar ki. Göğün, akşamın maviliğine büründüğü, katedral kulelerinin altın rengine dönüştüğü bu saatlerde meydanda oturup müzik dinlerken yükselen bu gürültünün, insanı rahatsız edebileceğini düşünürsünüz, değil mi? İnanılmaz bir şey ama parke taşların üzerine dönmeye çalışan bu demir tekerleklerin sesi, o meydanda, o saatte hiç de kötü gelmiyordu.
Lastik teker alamadığı için her sabah, her akşam bu güçlüğü çeken o insanların gayreti görülecek, yaşanacak bir şey.
“4 tane lastik tekerlek alamamak da nasıl bir şey?” derseniz, aylık gelirin 220 Cuban Peso ya da 9 Convertible Peso olduğunu söylemem yeterli olur sanırım, yani 6,59 Euro. Öğretmen, mühendis, doktorlar bunun iki mislini alıyorlar.
İngilizce öğretmenliğinden şöförlüğe geçtiğini belirttiğim kişiden aldığımız bu bilgiler, bizi çok şaşırttı ama her şeye rağmen devam eden bir düzen var. Bu düzenin en güçlü motorunun bahşiş olduğunu öğrendik. “Küba ekonomisi bahşişle dönen bir ekonomidir” dedikten sonra “Bu ülkede en az para kazanan kişi Fidel’dir çünkü o bahşiş almaz” dedi şöförümüz. Gelecek için ne düşündüğünü sorduğumuzda ise şunları anlattı :
“Benim çocukluk, gençlik dönemim çok zor geçti, ne giysim oldu ne de oyuncağım ama çocuklarım için iyi birşeyler yapmaya çalışıyorum. Örneğin, küçük kızım bir cafe’de çalışıyor. Onu şarap ve puro uzmanlığı kurslarına gönderiyorum. Tek çıkış yolunuz çalışmak diyorum kızlarıma.
Ülkemizde işsizlik yok ama çalışmak istemeyenler var. Devlet yine de onların temel ihtiyaçlarını karşılıyor. Hastanede sıraya girdiğimizde, onlar da bizimle aynı haklara sahip. Temel gıda karnelerini de alıyorlar. Herkesin insani gereksinimlerinin karşılanması gerekir diyor hükümetimiz. Ama bizler çalışıp gayret gösterdiğimiz için daha farklı imkanlara sahip olabiliyoruz. Benim çalıştığım bu taksi devletin. Bazı günler 10-12 saat çalıştığım oluyor. Kazanmam gereken bir rakam var, ancak onun üstüne geçtiğimde prim alabiliyorum. Bahşişler ise bana ait.
Eşim devlet memuru. Ona da yılda bir kez özel fişler veriliyor. Belirlenen günde, belirlenen mağazadan bu fişlerle alışveriş yapması gerek. Gittiği gün mağazada onun ihtiyacı olan şeyler kalmamışsa bile, fişlerini o gün harcaması gerekir yoksa fişler geçersiz olur.
Bu yıl çok şansızdı çünkü onun gittiği gün mağaza neredeyse boşmuş, bir sonraki gün gelecekmiş yeni ürünler. İstediği olsun, olmasın ne bulduysa almış işte.
Elektriği de çok dikkatli kullanmamız gerekiyor. Kademeli artıyor. Ütü ya da klima kullandığımızda aylık 100-150 Cuban Peso geliyor. Maaşın 220 Peso olduğunu düşünürseniz…
Kullandığım arabanın devlete ait olduğunu söyledim. Yani, bakım, yedek parça onlara ait. Ama araba çalışamaz duruma gelir ve parça talebinde bulunursak parçanın gelmesi bazan ayları buluyor. Bu sürede çalışamıyoruz. Biz de parçaları ucuza kendimiz bulup aracı hemen çalışır hale getiriyoruz. Yoksa maaşsız, bahşişsiz kalırız.
Gelecekten umutluyuz, mutlaka bir değişiklik olacak, her şey daha iyi olacak…”
Havana Club Rom Fabrikası’nın girişinde yazan “Mutlu olmak için ihtiyacınız olan tek şey” sözcüklerini yorumlamasını istediğimizde ise “Bizim için iyi bir puro ya da iyi cins rom hayaldir. İçebildiğimiz mojito en adi romdan yapılandır!” yanıtını aldık.
Nefis bir iklim, zengin bir doğa ve Küba’yı sarıp sarmalayan coşkulu müzik tamam ama hayalimizde canlandırdığımız elinde rom bardağı, ağzında purosu ile keyifli Kübalı görüntüsü meğer bir yanılgıymış.
çok yalın bir anlatım okurken rahatlatıyor paylaşımınız için teşekkürler